Paris’e varış

,

Paris’e indiğimde bitkindim. İlk işim bavullarımı bulmak oldu. Çiseliyordu hava. Paris’te, ekim, kasım aylarından nisana kadar yağmur yağar. Bizdeki ahmak ıslatanın, insanın suratına tükürük zerrecikleri halinde inenidir. Fransızlar buna “kraşen” derler. Fransa’da aldığım ilk eşya bu nedenle bir şemsiye olmuştu.

Hemen ertesi gün, kayıt işlemlerimi yaptırdım, kalacağım yeri ayarladım. Üniversiteye gidiş gelişler başladı. Şimdi en büyük sorun, cebimdeki beş yüz Frank suyunu çekmeden birtakım işler bulmak, geçimimi sağlamaktı.

Önceleri sokaklarda fotoğraf çekerek, bir çeşit şipşakçılık yaparak harçlık sağladım. Turistlere şehir turları düzenleyen bir seyahat acentesinin, otobüslerinde çalıştım. Zamanla işler kaliteleşti. Uzun süre bir haber ajansında muhabirlik yaptım. Bunların hepsi gayrı resmî, izinsiz, kaçamak işlerdi ve derslerimin elverdiği saatlere sığdırmak zorunda kalıyordum.

O bin bir özenle diktirdiğim elbise ve sadakor gömlekleri iki üç gün giyebildim ancak. Baktım öğrenciler arasında benim gibi giyineni yok. Herkeste balıkçı yaka bir kazak, gelişi güzel bir pantolon.

Zaten gömleklerin başına gelen de ilginçtir. Birkaç gün sonra kirlendiler tabiatıyla. Yıkamaları için götürdüm bir çamaşırhaneye bıraktım. Almaya gittiğimde ne göreyim, benim gömlekler büzüşmüş, buruşmuş, kıpkırmızı bir şey olup çıkmış. “Bunlar benim mi! Bir yanlışlık olmasın!..” dedim. “Maalesef sizin…” dediler. Sadakor olduğunu anlayamamışlar. Sabunla yıkayacaklarına, atmışlar javel suyuna. Cascavlak çıkartmışlar. Giyilemeyecek hale gelmiş. Ben de gittim on Franka siyah, dik yakalı bir kazak aldım. İki yıl, üniforma gibi hep onu giydim. Lime lime olana dek. Bazen bu kazak evde ele geçer… “Atalım şunu…” derler; “Aman…” derim, “Onda garip yılların anıları var, attırmam.” Benim böyle bir takım eşyaya, anılara bağlılığım vardır. Kıyamam onlara, saklarım.

Avrupa’nın çoğu eski evlerinde en üst katta, çatıda, hizmetçi odaları, ıvır zıvır koymaya yarayan bölümler, onun üstünde de köpek odaları olur. Ne suyu, ne elektriği, ne ısıtması vardır. Kuru oda. Tavan yüksekliği iki metre bile değildir. İlk zamanlar böyle bir odayı kiralayabildim. Ayakta, dik duramazdım. Bütün konforum bir yatak, bir sandalyeden ibaretti. Yatmadan önce, yedi kat aşağıdaki kahvede sırtımı radyatöre dayar ısınır, pardösümü ısıtır, sonra bir koşu yukarıya çıkar, o sıcaklıkla uyumaya çalışırdım. Üstelik, Paris’teki evlerin çatıları genellikle arduvazla örtülüdür. Yağmurda tıpır tıpır ses çıkartır. İşkence gibi… Uyutmaz insanı.

Bir süre sonra bir başka yere taşındım. Burası, kaldığım sürece, sahibinin kim olduğunu anlayamadığım bir oteldi. Bir şebekenin, haraç toplayan bir ekibin elindeydi. İki üç ayda bir kiraları, değişik tipte insanlar gelir, toplardı.

Benim odamın bulunduğu kat çok ilginçti. Yan yana üç oda vardı. Ortadakinde ben kalırdım. Bir yanımda Amerikalı bir piyanist barınır, bütün gün solfej çalışırdı. Yarım kuyruklu piyanosu vardı. Piyanonun, daracık merdivenlerden oraya nasıl çıkartıldığını düşünür dururdum. Öbür yanımda Paris belediye otobüslerinde çalışan bir şoför otururdu. Örneğin İstanbul’daki İETT gibi,. Paris’inkine de RATP denir. “Regie Autonome des Transports Parisiens”in kısaltılmışıdır. Bekâr bir adamdı. Her gece sabaha karşı zilzurna sarhoş gelir, her gece de oda kapılarını şaşırırdı. Gürültüsüne uyanır, kendi odasını gösterirdim. Her gece özür dilerdi.

Bu koşullar altında yaşamaya zorunlu olunca insan, bir öğrenci için söylüyorum; ona sadece derslerine çalışmak, bu zor koşullardan bir an önce canını kurtarmaya bakmak görevi düşüyor.

Ben de öyle yapıyordum. İnan, Paris’i doğru dürüst tanıyamadan yurda dönmüştüm. Şurası nasıldır, burası nasıldır diye sorduklarında, biliyormuş gibi davranıp, yarım yamalak anlatmaya çalışırdım. Bütün günlerim, öğrenci mahallesinden üniversiteye gidip gelmekle geçiyordu. İşlerimi de yine aynı çevrelerde görüyordum. O günlere gelene dek, öğrenci olarak çok çalışkandım. Aynı çalışkanlığı burada da sürdürmek savaşı veriyordum. Kütüphaneden kurlara, kurlardan konferanslara, konferanslardan kütüphaneye koşmaktan, beslenme yetersizliğinden, vitaminsizlikten, dişlerim dökülmeye başlamıştı. Birtakım alerjik kaşıntılara uğramıştım.

Bu koşulların sürüp gittiği günlerden bir akşam üzeri, arkadaşlarla birlikte oturduğumuz kahveye, bütün Türk öğrencilerin, öğrenci müfettişliğine çağrıldığı haberi geldi.
Öğrenci Müfettişi Fehmi Baldaş’la, bu çağrı nedeniyle ilk kez karşılaştım. Aynı zamanda gazetecilik de yaptığımı öğrenince, bana karşı ayrı bir ilgi ve sevgi gösterdi.

Müfettişlik öğrencilerden, öğrenimleriyle ilgili çeşitli sorulardan oluşan bir formu doldurmalarını, cevaplandırmalarını istiyordu. Formda, öğrencilerin hangi okula gittikleri, lisans mı, sadece doktora mı yaptıkları, öğrenimlerini ne kadar zamanda tamamlayıp yurda döneceklerine dair sorular vardı.

Ben, süreyle ilgili soruya “iki yıl” diye yazınca, sayın Fehmi Baldaş: “Yok, aman…” dedi “Ne yapıyorsun!..” Ben, “Niye?..” deyince, “Yazma evladım…” dedi. “Bak öbür arkadaşlarının hemen hepsi altı yıl, yedi yıl yazmış. Sen de öyle yazsan a… Çok önemli senin için. Çünkü bu bilgiler öğrencilerden bir kez alınır ve Fransız polisine verilir. O süre içinde öğrenciliğin belgelenmiş olur. Gerektiğinde oturma izni bu forma uyularak uzatılır. Ayrıca, askerlik yapmamış öğrencilerin konsolosluk tarafından gayrı kanunî yola düşmeksizin tecil işlemleri yapılır…”

Ben yine, “Yok, iki yıl yeter benim için…” deyince “Nasıl olur?..” dedi, “Bugüne kadar bana verilen kayıtlarda Türkiye’den gelip de iki yıl içinde doktora veren birine rastlamadım. Uzat şunu…” Ben diretince bu kez, “Evladım, seni kimse bağlamıyor, sekiz yıl yaz da yine iki yılda bitir git. Fakat, iki yıl yazar da ileride bir aksilik nedeniyle süreyi uzatmak istersen bir yığın formaliteyle karşılaşırsın…”

“Yok efendim…” dedim; “Lisan bakımından büyük bir problemim yok. Galatasaray’da okudum. Ayrıca kendim de çalıştım. İyi tarzda kendimi yetiştirdim. Hatta doktora tezlerimin bir çoğu kafamda. Fakülteye devam ettiğim yıllarda dahi zaman kazanabilmek için, olur da yurt dışına çıkamam düşüncesiyle seminer çalışmalarını vermiştim. İki yıl bana yeter. Fehmi bey rica ediyorum, her şeyi göze alıyorum, iki yıl yazın siz…”

Böyle davranmaktaki amacım şuydu. Dönüş güvencem olmamalıydı, Tarık Bin Ziyad gibi. Gemileri yakmak istiyordum. Bu işi iki yılda tamamlamak zorunluluğunu her an duymalıydım.

Bu inatçılığım Fehmi Baldaş’ın pek hoşuna gitmişti. Öğrenciliğim süresince bana daima yardımcı olmuştu.

Buna rağmen iki yıl bitmek bilmiyor, güç koşullar sürüp gidiyordu. Bir gün, fakültenin koridorlarında kan bağışıyla ilgili afişler gördüm. Kan haftası nedeniyle, santilitresi şu kadar Franka, kan vermeye çağırıyorlardı gençleri.

Stéphane’a söyledim, “Aman… gidelim,” dedi; “Üç beş kuruş alırız.”

Afişte belirtilen dispansere gittik. Yirmi-otuz metrelik bir kuyruk. Önce kanı alıyorlar. Ne kadar alındığını belirleyen bir fiş dolduruyorlar. Fişi vezneye verince, parayı hemen ödüyorlar.

Bir süre sonra kuyrukta sıkıldık. İlerlemek bilmiyor. Bir noktaya gelinince kuyruk ikiye ayrıldı. Biri sağa öbürü sola gidiyor. Stéphane’a “Böyle peşpeşe gideceğimize ikiye ayrılalım. Sen o tarafa yürü, ben bu tarafa. İşimizi çabuk bitirelim…” dedim.

Sıra bize geldi. Kanımızı aldılar. Stéphane’a parayı ödediler. Ben uzattım fişimi. Veznedeki memur, saygılı, güler yüzle adımı, hüviyetimi sordu. “Allah Allah..” dedim “Neden soruyor acaba?” Süheyl Gürbaşkan… Doğum tarihi şu.. Türk., falan.. Yazdı koca bir kağıda. Şak şuk damgalar, mühürler, imzalar. Arkasından: “Sizi kutlarız ve teşekkürlerimizi sunarız…”

Hayretle sordum: “Hayrola!..” dedim; “N’oluyor?..”

Mesele şuymuş. Ben yanlışlıkla bağış kuyruğuna girmişim. Çok para almak umuduyla da bir litreye yakın kan vermiştim. Adımla sanımla doldurdukları da teşekkür belgesiymiş. Bedava kan verdiğim için.

Zaten açlıktan takatim yok. Bir litre kanı da bedavaya verince pansiyona dönecek gücüm kalmadı.

Bir süre, Stéphane’ın aldığı parayla idare ettik.

Dikkat edersen, öğrencilik anılarım deyince, Stéphane’sız bölüm yok gibi. Bu iyi insanı Türkiye’ye çağırmak, kendi iş bünyemizde ona çalışma olanağı sağlamak istedim bir süre önce. Türlü pürüzler nedeniyle olmadı.
Vural Sözer Rubikon adlı kitapta Sühey Gürbaşkan’a öğrencilik yıllarını sorar ve ilginç anılarını paylaşmasını, o yılların daha sonra mesleki olarak yakaladığı başarıda temel öğe olduğunu düşündüğünü belirterek şunu sorar: “İstanbul Reklamla birlikte onu kuran ve yaşatan kişi olarak seni de tanımakta yarar var. Bu yönden bir bağlantı kurarsak, o günlere dönebilir miyiz bir süre? Ne dersin?” Gürbaşkan bu soru karşısında nereden başlayacağından önce emin olamaz ve o gün Paris’ten aldığı mektubu göstererek anlatmaya başlar:

– Bir rastlantı.. Şu mektubu bugün aldım Paris’ten. Çok tanınmış bir antikacı mağazasının satış müdürü olan bir dostumdan. Anıları tazelemekte yararı olabilir. Sözünü etmeye değer.

Champs-EIysée’nin arkasında ona paralel bir sokak vardır. Rue Faubourg Saint-Honore adını taşır. Paris’in en ünlü bir antika eşya mağazası bu sokaktadır. Mağazanın sahibi Matmazel Yvonne Bremond d’Arts adında, hayli yaşlı, hiç evlenmemiş, fakat işinin ehli bir bayandı.

Öğrenciliğim sırasında, yedi sekiz ay kadar akşamları onun yanında çalıştım. Fransız hükümeti ve maliyesi nezdinde hatırı sayılan, kendi konusunda eksper olan bu matmazelin kişiliği hakkında ilginç bazı bilgiler vereyim.

Fransa’da Hachette ve Larousse kadar ünlü Flammarion adlı bir yayınevi vardır. Bu yayınevi dünyanın belli başlı mesleklerinde sivrilmiş, üne kavuşmuş kişilerine, meslekleriyle ilgili kitaplar yazdırmıştır.

Örneğin, Je suis Savarrt “Âlimim” diye Einstein’ın; Je suis Docteur “Doktorum” diye Besançon’un; Je suis Avocat “Avukatım” diye Floriot’nun; Je suis Antiquaire “Antikacıyım” diye de Bayan Yvonne Bremond d’Arts’ın kitapları bu dizide yer almaktadır.

Kişiliği hakkında bir başka örnek. Paris belediyesi yukarıda adını ettiğim Faubourg Saint-Honore sokağındaki mağazalar arasında vitrin yarışması düzenler.

Her yıl mayıs ayında, Beyoğlu’nun İstiklal Caddesi’ni andıran bu caddede bütün butikler, moda evleri, bu yarışmaya büyük önem vererek katılırlar.

Üstelik Paris’in Hermes, Revlon, Roger Gallet, Pierre Cardin, Carven, Guy Laroche gibi ünlü firmaları da bu caddededir. Genellikle bu yarışmalarda birinciliği Bayan Yvonne Bremond d’Arts’ın düzenlediği vitrinler kazanırdı.

O derece renkli, klasik eşya konusunda yetenekli, bilgili bir hanımdı.

Ben onun yanında, satılan ya da satın alınan malların yerine teslimi; evlerden, şatolardan, eski ailelerden aldığı eşyanın depolara yerleştirilmesi, müzayede salonlarında satışların izlenmesi, fişlerin kesilmesi, etiketlerin doldurulması gibi işleri görür, cep harçlığımı çıkarırdım. Bu arada gerçek antika eşyayı tanımak, bu konuda bilgimi ve zevkimi geliştirmek olanağını da buldum.

Paris’e, Sorbonne Üniversitesinde hukuk doktorası vermek amacıyla gelmiştim. Ceza hukukuna ilgim nedeniyle ayrıca Kriminoloji ve Kriminolastik Enstitüsüne de kaydolmuş, her iki doktoraya birden hazırlanıyordum.

Fakat ikinci doktora çalışmamı, bir iki yakın arkadaşım dışında bilen yoktu. Aileme, Türkiye’deki eşime dostuma dahi sözünü etmemiştim. En kısa sürede hukuk doktorası vermeye kendimi zorladığım, başarıp başaramayacağımı da kesinlikle bilemediğim günlerde, bir ikinci doktoraya da çalıştığımı açıklamaktan çekinmiştim. Ola ki hukuk doktorasını versem de, kriminolojide takılsam bile İkincisine çalıştığımdan kimsenin haberi olmadığı için, bu başarısızlık bana bir gölge düşürmeyecekti.

Hukuk doktora tezimi pekiyi dereceyle verdim. Ayrıca jüri’nin özel başarı takdirini kazandım.

Antikacıyla bu anlattıklarının ne ilgisi var diyeceksin. Var, sözü ona bağlayacağım.