Paris yolculuğu

,

img032Dört gün sonra Marsilya’ya varıldı. Üç-dört bavulum, bagajım var. İçinde kitaplarım şunlar bunlar. Marsilya’ya indiğimde benim asıl programım, doğruca Paris’e gitmek değil, önce bir İsviçre’ye geçmekti.

Bir dostum, bana bir ahbabından söz etmişti. İlk kez olarak hayatımda aldığım borç olmuştur. İsviçre’de bir banka müdürünü gördüğüm takdirde, bana beş yüz İsviçre Frankı borç verecekti. Ben de elbette en kısa zamanda ödeyecektim. Bu para, hesabıma göre, beni Paris’te bir süre geçindirecekti. Ben de bu arada iş bulacak, bir yandan çalışıp, bir yandan okuyacaktım.

Bavullarımı da birlikte İsviçre’ye taşımış olmamak için önce onları, iki gün sonra Paris’te alacak şekilde, furgona emanet ettim. Ücretini ödedim. Bavullar yürüyen şerit üzerinde geçip gittiler… Kolumda pardösümden başka bir şeyim yok. Cenevre’ye bilet almak için gişeye sokuldum. Geçmiş gün, galiba otuz Frank istediler. Saydım paramı, çıkışmıyor. Yirmi Frank kadar bir şey kalmış., ikinci mevki, üçüncü mevki!. Evet onlar biraz daha ucuz, fakat yine param yetişmiyor. Bizim o zamanki paramızla yirmi otuz lira arası bir para gerek. Koşayım, bavulları geri alayım diye düşündüm. Olacak şey değil. Elimde emanet fişi var o kadar. Satacak bir şeyim de yok, trençkotumdan başka. Hem nasıl satarsın, ayrı bir sorun. Aynen böyle… Çıldırabilir insan… Çevremde, vapurdan tanıdık, göz aşinası aramaya başladım. Yok, herkes gideceği yere uçmuş gitmiş sanki.. Birini görsem, on Frank borç isteyeceğim, o da bana yetecek..

Bu kez aklıma gece treni geldi. Daha ucuz olabilir. Tekrar gişeye sordum. Evet ucuz olmasına ucuz, fakat yine benim param yetişmiyor. Altı Frank olsa işim görülecek. Hasılı, gece oldu ve ben gardan çıkamadım. Kaldım bekleme sıralarının üstünde. Ne uyku, ne bir şey.. Sabah oldu, perişan vaziyetteyim.

Lyon yönündeki ana yola çıktım. Başka çare yok, otostop yapacağım. Araba kollamaya başladım.

Üniversite, aynen bizdeki gibi, 1 Kasım’da açılacaktı. Galiba üç günüm vardı. Bu süre içinde, hiç olmazsa bir gün önce Paris’te bulunmam, kaydımı yaptırmam gerekiyordu. Aksi halde sömestr kaybedecektim. Bu derece önemli. Dakikanın bile değeri var. Cenevre’ye gitmekten, beş yüz İsviçre Frankından da vazgeçemiyorum. Bütün güvencem o para. Ne yaparım Paris’te meteliksiz!
Kelimenin tam anlamıyla, şaşkın, şehirlerarası yolda yürürken, baktım İstanbul plakalı bir otomobil geliyor. Kendimi yolun ortasına attım. Araba durdu, içinde tek başına gençten biri. “Aman kardeşim” dedim, “Türk müsün?”… “Türküm”… “Beni Lyon’a kadar alabilir misiniz”… “Buyurun”.

Oh., derin bir nefes aldım. Lyon’a kadar gidersem işim kolaylaşacaktı. Çünkü yol hayli kısalıyor, cebimdeki para oradan Cenevre’ye tren bileti almama yetiyordu. Borç istememe gerek kalmıyordu.

Kurtarıcımın adı Adil Soyer’di. Rastlantı, o da avukattı ve doktora yapmak üzere Fransa’ya gelmişti. Kendisiyle Paris’te kaldığım yıllar sık sık görüştük. Yurda dönünce de dostluğumuzu sürdürdük. Saydığım, sevdiğim dostum oldu. Beni Lyon’da, gara kadar getirdi.
Üçüncü mevki bir bilete param tam denk geldi. Aynı gece, saat on dolaylarında Cenevre’nin Cornavin garına indim.

Fakat iki gündür uykusuzdum. Bir de bu geceyi nasıl geçirecektim? Ertesi sabah bana verilen adresteki bir bankaya gideceğim; bir kimsenin tavsiyesi üzerine, orada bulunan bir banka müdüründen beş yüz Frank borç para alacağım. Yorgunluk bir yana, açtım da. İki gündür bir şey yememiştim. Baktım, dört Frankım kalmış. Bir sandviç yiyebilir, bir kahve içebilirim.
Her hangi bir yere oturmadan önce, çok oturacağım, üstelik ilk ve son oturacağım yer olacağından, oradaki birkaç kişiye, en geç saatte kapanan kahvenin hangisi olduğunu sordum. Öbür kahvelerin saat 11’de kapandığını, fakat gardaki kahvenin iki, hatta üç’e kadar açık kaldığını söylediler.

Bir de gazete aldım, girdim kahveye. Bir sütlü krem geldi. Bir de çörek söyledim. O da geldi ve gelir gelmez de parasını sordum. İyi, ödedim. Bunları da verdikten sonra, samimî söylüyorum, cebimde metelik kalmadı. Başladım gazeteyi okumaya. Diyelim ki ben kahveye on buçukta oturduysam, kalkmıyorum bir türlü.

Caddeyi gören güzel bir köşeye de kurulmuşum. Malûm, burada da öyle, dışarıda da; oturduğun sürece konsomasyonuna devam etmen, daha bir şeyler ısmarlaman gerek. Adam geliyor, “Bir şey istiyor musunuz?” diyor; “Yok, teşekkür ederim..” diyorum.

Saat bir hayli ilerleyince, ortalığı üzerime doğru süpürmeye başladı. Kalktım saat bire doğru. Yağıyor da. Ne yapayım, ne edeyim? İkinci gece olacak uykusuzum. Bir kahveyle, bir çörekle insanın karnı ne kadar doymuş olabilecekse, o kadar da doymuş olarak caddeye çıktım. Şu bana verilen adresi bulayım, hem vakit geçsin, hem sabahleyin erkenden orada olurum diye düşündüm. Bunlar gerçekten unutulmaz anılar Vural.. Örneğin şu an dahi aklımdadır gittiğim adres: Rue de la Confédération. Société Générale de Banque Suisse… Başvurmam gereken şahıs da, Louis de la Harpe isminde bir İsviçreli. Yirmi beş yıl geçti, çoğu kez dün tanıştığın bir kimsenin adını hatırlayamıyorsun, Louis de la Harpe’ı çeyrek yüzyıldır unutmuyorsun.
Buldum adresi. Hiç olmazsa artık yerini biliyorum. Sabahleyin dokuzda, aramadan, oyalanmadan gelirim, parayı alırım… Dolaşıyorum. Sırılsıklam oldum. Bir köşeye çekiliyorum, biraz kurur gibi oluyor üstüm başım. Sonra, dolaş dur. Birkaç kez polis çevirip sordu: “Ne geziniyorsunuz?..” diye. Özgür ülke. Pasaportumu gösterdim, söyledim gerçeği. “Bu gece geldim. Param olmadığı için geceyi sokakta geçiriyorum. Fakat sabaha, şu adresteki şu şahıstan para alacağım..” dedim.

Sabahı böylece ettim. Dokuzdan çok önce, bankanın kapısında beklemeye başladım. Fakat içimi bir korku kaplamıştı. Yalnızca bir söz üzerine kalkmış gelmiştim. Elimde bir mektup dahi yoktu. Bir adamı arayacağım.

O adama da birisinin ismini söyleyeceğim. Kendisine benden bahsedilmiş olacak… Ya adam hastaysa!. O gün gelmezse. Ya izindeyse!.. Ya bir geziye çıkmışsa!. Tamamen böyle, muğlak..

Memurlar gelmeye başlayınca, içeriye girdim. “Mösyö Louis de la Harpe’ı görmek istiyorum..” dedim. Orada olduğunu öğrenince rahatladım. Falanca tarafından gönderildiğimi söylediler, kabul etti. Durumumu anlattım. Fransa’ya gideceğimi; okuyacağımı; kendilerine benden bahsedilmiş olup olmadığını sordum. “Tamam, malûmatım var..” dedi. Hemen arkasından sordu: “Ne parası istiyorsunuz? İsviçre Frank’/ mı, yoksa Fransa’ya geçeceğinize göre Fransız Frankı mı verelim?” dedi. Ben, parayı alayım da ne parası olursa olsun, diyorum. “Yook..” dedi adamcağız, “İsviçre parası alıp da Fransa’da bozdurmak yerine, buradayken Fransız parası alırsanız biraz daha kârınız olur. Kur farkı nedeniyle.” Bunu öğrenmem çok yararlı oldu. Dövizle okuyan arkadaşlarıma sonraları söyledim. Onlar da, dövizlerini Paris’te İsviçre Frankı olarak alırlar, parayı bozdurmak için de İsviçre’ye gidip gelmek, ve öylelikle bu ülkeyi de görmek fırsatını bulurlardı.
Neyse, aldım o parayı. Bir kısmını da İsviçre Frankı istedim. Bankadan çıkar çıkmaz ilk işim, köşede snack- bar gibi bir yer vardı, oraya girdim. Bir güzel karnımı doyurdum. Yıllar geçti, her gidişimde buraya uğrar, bir şeyler yer içer, o günleri anarım..
Haa.. Parayı aldın, binip trene gitsene Paris’e… Hayır. Nasıl bir iş yapabilirim diye düşünmeye başladım. Yola çıkmadan önce Yeni Sabah’a uğramış, o zamanlar Yazı İşleri Müdürü olan Osman Necmi Karaca ile anlaşmıştım. İlginç yazı ve röportajlar yollarsam, yazı başına ellişer liradan yayınlayacaktı. Param, istersem gazetede birikecek, istersem bana Fransa’ya göndereceklerdi.

Aklıma Lausanne ve Montreux antlaşmaları takılmıştı. Her iki yer de Cenevre’ye çok yakındı. Yol kırk dakika ya çekiyor ya çekmiyordu, trenle. Lausanne’a iner inmez Gazette de Lausanne’ın idarehanesine gittim. Yanımda Yeni Sabah Gazetesi’ni temsil ettiğime dair bir belge vardı.

Gazeteciliğin ve radyo muhabirliğinin verdiği rahatlıkla, Türkiye’den geldiğimi, burada Lausanne Antlaşmasının yapıldığı yeri görmek, bu konuda röportaj yapmak istediğimi söyledim. Bana yardımcı bir arkadaşla bir foto muhabiri vermelerinin mümkün olup olmadığını sordum. Büyük ilgi gösterdiler. Yardımcıları verdiler. Birlikte, Lausanne şehrinin aşağısında, göl kenarında bulunan Ouchy Şatosuna gittik. Görüşmeler orada yapılmış. Çeşitli fotoğraflar alındı. Bilgiler topladım. İstediğimden âlâ bir röportaj oldu. Hatta, aradan kırk yıldan fazla zaman geçtiği halde, hâlâ orada hizmet gören emektar bir metrdotel’le görüştüm. İsmet Paşa’yı hatırlayıp hatırlamadığını sordum. “Hatırlarım..” dedi. “Çok ilginç bir insandı. Dik, inatçı, düşünerek konuşan. Hemen cevap vermeyen, düşüneyim, yarın cevap veririm diyecek kadar temkinli bir kimseydi..”

Oradan, çok yakın olan Montreux’ye geçtim. Yine oradaki bir mahallî gazeteye giderek yardım istedim. Montreux Palace’a indik. İlginç birtakım fotoğraflar çektik. Hatta albümlerinden, otelin arşivlerinden Tevfik Rüştü Aras’ın siyah gözlüklü, tepeden tırnağa beyaz elbiseli orijinal fotoğraflarından aldım birkaç tane. Tevfik Rüştü Aras o zamanlar, Hariciye Vekili olarak bilhassa böyle, beyaz elbise düşkünlüğüyle dikkati çekermiş. Bu ilginç malzemeyi topladıktan sonra, Paris’e dönmek üzere, gece yarısı trenle yola çıktım. Üçüncü geceyi de üzerimdekileri çıkarmadan, yatak yüzü görmeden, trende yarı uyuklayarak geçirerek, hiç unutmam sabaha karşı saat dörtte, Paris’in Lyon garına indim.

Hatırlayacaksın, Montreux ve Lausanne’la ilgili yazılar Pazar Dergisinde yayınlanan ilk yazılarım olmuştu. Çünkü sen de o yıllar Yeni Sabah’ta çalışıyordun.