1960 Darbesi’nin etkileri

,

img010Süheyl Gürbaşkan, 1959 yılının Mayıs ayında ödün sandalye, bir masa ve yazı makinesinden oluşan ofisinde, Haziran 1960’a kadar çalışmalarını sürdürür. Yani 27 Mayıs 1960 Darbesi’nin birinci haftasına kadar… Politik gerginliklerin yaşandığı bu yıllarda, Vural Sözer’in tabiri ile “henüz körpe, bir yıllık kuruluş” olarak ve bireysel olarak nasıl etkilendiğini şöyle anlatır:

“- Devrimin elbette çeşitli kişilerde ve kuruluşlarda etkileri oldu. Kimi birtakım şeyler kaybetti; kimi birtakım şeyler kazandı. Benim kişisel etkilenmem şu konuda oldu: Devrim sayesinde otomobil ehliyetimi alabildim. Ben, ilk otomobil ehliyetimi, öğrenciyken Paris’te almıştım. Yine orada aldığım ilk otomobilimi Türkiye’ye getirebilmem için bu gerekliydi. Aslında dışarıda ehliyet almak çok daha kolay. Ben de kolayca aldım ve Türkiye’ye geldim. Bir kanun vardı. Dışarıda alınan ehliyetnamelerin yenilenebilmesi için, bir yıl geçirmeden Trafik Müdürlüğüne başvurmak gerekiyordu. Ben 1956 Ekim’inde geldim ve bir türlü fırsat bulup, bu işlemi yaptıramadım. Süreyi kaçırdım. 1957 Ekim’inden devrime kadar, tecil görmemiş bir ehliyetle dolaştım.

Devrimden sonraki yakın günlerde bir duyuruda bulunuldu. Her halde birçok subay da dışarıdan aldıkları ehliyetleri değiştirmek fırsatı bulamamış olacaklar ki, yabancı ehliyetler, müracaat edilirse değiştirilecek denildi. Ben bu kez savsaklamadım, gittim ehliyetimi aldım. Halen kullandığım ehliyetimde bir yüzbaşının imzası vardır. Bu, kişisel olarak devrimden yararlandığım bir olaydır. (Rubikon)

Yaşanan siyasi hareketlilik İstanbul Reklam’ın yeni bir mekana geçmesine de vesile olur:
Yine bir gün, bir gazetede, Anadolu Ajansı İstanbul Müdürlüğü tarafından, Doğançay Han’ındaki birinci katın kiraya verileceğine dair bir ilan gördüm. Sık sık önünden geçtiğim bu yer, bizim için çok çekiciydi. Anadolu Ajansı, zamanında burayı tutmuş. Devlet Bakanı, Turizm ve Tanıtma Bakanı veya Anadolu Ajansı’yla ilgili şahıslar İstanbul’a geldiklerinde, bu daireyi lojman olarak kullanıyorlarmış. Genellikle de Emin Kalafat Bey yararlanıyormuş.

Gerçekten, sonradan gittiğimizde gördük, küçük küçük koltuklar, küçük küçük kanepeler, alçak alçak masalar. Emin Kalafat Bey için düzenlenmiş bir lojman gibi. Devrim sıralarında komite görevlileri burayı görmüşler. “Bir kişinin, iki kişinin emrine tahsis etmek israftır. Burası gelir getirecek hale dönüştürülsün…” demişler.

Gittik görüştük; ayda 1.000, yılda 12.000 lira kira teklif ettik. Bizden daha fazlasını teklif eden çıkmadığı için, kontratımızı yaptık.

1959’un Mayıs sonunda 200 lira kirayı zar zor verebilirken, 1960’ın Haziran’ında ayda 1.000 lira kira ödeyebilecek bir duruma gelmiştik. Kendisini daima saygıyla andığım ve o zamanın Anadolu Ajansı İstanbul Müdürü olan, çok değerli gazeteci Cavit Yamaç bey de bizi teşvik etti ve altı yedi arkadaşlık kadromuzla buraya taşındık.

Gelirken, öbür taraftaki portatif masayı, aldık buraya taşıdık. Eniştemizin koltuklarını da getirdik. Yalnız manavın sandalyesini iade ettik.

Şanslı bir durumumuz oldu. Kalafat bey ve misafirler için yapılmış olan eşya bize devlet malı ve demirbaş olarak emanet edildi. Perdesi vardı. Jaluzisi vardı. Şirin bir odaydı. Atatürk resmi… Bir Türkiye haritası ve Fatih Sultan Mehmet’in büyük, tuval üzerine orijinal bir tablosu… Üç oda halindeydi. Biz de eşyamızı getirince, dört dörtlük bir yazıhane haline geldi.

Yanımızda bir oda vardı, Avukat Sakıp bey’in. Ona müracaat ettik, anlaştık, bize devretti. O da aynı hanın üst katına taşındı. Biz de aradaki duvarı açarak büyüttük ve ressam arkadaşların çalışma yerine dönüştürdük. Tuvaleti kaldırdık, kapıyı ileriye aldırttık. Sakıp bey’in odasıyla, tuvaletin bulunduğu holü de Fethi Doğançay Beyden kiralayarak, hacmimizi genişlettik.

Bir süre sonra, burası da yetmedi. Aşağıda bir fotoğrafçı vardı, Şahap. Kaybettik kendisini, anî bir kalp krizi sonucu. Onun yerini devralıp, laboratuvar yaptık. Daha önceleri fotoğraflarımızı, tuvaleti bozarak düzenlediğimiz karanlık odada hazırlıyorduk. Bir süre sonra karşımızdaki Gündoğdu Han’dan bir kat daha kiraladık. Az sonra, o da kâfi gelmedi, Küçük Han’dan bir kat kiraladık. Bir süre sonra, Hürriyet’in karşısındaki Emek Han’dan zemin katı kiraladık. Bir süre sonra, İlyas et lokantasının üstündeki katı kiraladık. Yeni binamıza geçmek üzere olduğumuz yılda, Cağaloğlu’nda sekiz ayrı yere bölünmüş ve sekiz ayrı kiracı halindeydik. Yüz metrelik bir mesafe içinde koşuşup duruyorduk.

Servislerin rahatça haberleşmesi için, hanlar arasında diafon hatları çektik. Telsiz Kanunu’na muhalefetten, savcılık bizi mahkemeye verdi. Çektiğimiz hattın, alt tarafı basit bir diafon olduğunu, karşıdan karşıya seslenmek için bir kordondan ibaret bulunduğunu kanıtladık, paçayı kurtardık.

img001Tüm bu hareketliliğin yanı sıra Gürbaşkan’ın kendi ifadesiyle 1960 Darbesi’nin yararından çok zararını görürler. Gürbaşkan yaşadıkları zorlukları Rubikon adlı kitapta paylaştığı bir anı ile aktarır:

Club-X ‘ten. Sahibi İbrahim Doğudan, yetenekli, mesleğinde çekirdekten yetişmiş, İstanbul’un geleneksel bar, pavyon düzenini değiştirerek, ilk kez programlı, müzikli gösterileri olan klüb işletmeciliğini kurmuş bir ağabeyimizdir. İlk işini, o da 1959 yılında açmıştı. Osmanbey’in arka taraflarında Club-X’i işletmeye başlamıştı. İlk ilişkilerimiz onun birkaç gazete ilanını yayınlamakla kurulmuştu. Fakat o yıl ilginç bir yıl olarak geçti. Demokrat Parti iktidarı son demlerini yaşıyordu. Ardı arkası kesilmeyen öğrenci olayları, gösteriler, sıkıyönetimler derken, 1960 yılının ilkbahar aylarında işler iyiden iyiye çığırından çıktı. Sıkıyönetimin getirdiği gece sokağa çıkma yasakları, iş âlemine de, özellikle etki yaptı ve bilhassa geceleri sinema, tiyatro dahil eğlence yerlerine gitmek isteyenlerin kendi kabuklarına çekilmelerine, evlerinde kalmalarına sebebiyet verdi. İbrahim Doğudan’ın da ilk yılki faaliyeti, bu nedenle şanssız geçti.

Biz de 1960 yılının Ocak ayında sinema reklamlarına başladığımızda, bir iki ay, hafif bir kıpırdanma, bir başarı düzeyine girmiştik. Fakat, Mart ve Nisan aylarındaki gösteriler ve hemen arkasından gelen tedbirler nedeniyle sinemalara gidilemeyince, aynı şekilde bizim işimiz de talihsizliğe uğradı. Peşinden, gece klübü gibi, kışlık sinemalar için de ölü mevsim sayılan yaz ayları gelince, karşılıklı iki müessese olarak o kışı zararla kapadık. Biz hele büyük zararla kapadık. Çeşitli yerlere verdiğimiz borç senetleri karşılığı, annemin bir hanını ipotek etmek ve onun borçlarını ödeyememek durumuyla karşılaştık. Çeşitli takiplere uğradık.

Bir gün, zannımca 1960’ın Haziran sonu Temmuz başlarıydı, İbrahim Doğudan bana telefon ederek, ödeme gücünü yitirdiğini, bu sıkıntılı dönemi iflas etmeden geçiştirmek için, elinde nesi var nesi yoksa, alacaklılarına dağıtarak kendisini toparlamayı ve nefes almayı düşündüğünü söyledi. Bizim de o zamanlar yanılmıyorsam, kendisinden dokuz bin liraya yakın bir alacak bakiyemiz vardı. Bana telefonda: “Masaları, sandalyeleri falancaya, tabakları filancaya, masa örtülerini bilmem kime, davulu piyanoyu şu reklam şirketine – o zamanlar bir diğer reklam şirketiyle de çalışıyordu – verdim, teslim ettim; dolayısıyla hesabımı kapattım. Elimde çatal bıçak gibi bazı şeyler ayırdım. Gelin, alın.” dedi.

Üzüldüm tabii. Teselli edici birkaç söz söyledim: “Merak etme, ben sana uğrarım, seni görürüm..” dedim. Kalktım gittim o akşam: “Biz de aynı durumda, bir batak içindeyiz. Önemi yok, dokuz bin liralık bir borç, kalsın, yaraya deva olacak bir merhem değil. İnşallah biz de toparlanacağız; yeniden kalkınmak, işi canlandırmak üzere tedbirler alacağız. Siz de aynı şekilde, kışa kadar hazırlanırsınız. Tekrar birlikte çalışırız. Bu çalışmalarımız sayesinde bu borç da ödenir, çok daha işler de yaparız..” dedim.

Pek sevindi. Nitekim dediğim gibi oldu. 1960 kış mevsiminde, biz de birtakım olanakları zorladık; o da müessesesini yeni tedbirlerle canlandırdı ve bu borç da ödendi.

Bu dar günlerden sonra İbrahim Doğudan, kendi konusunda bu işin her geçen yıl bir numaralı adamı haline geldi, girişimlerine devam etti. Bir süre sonra Kervansaray Gazinosu’nu devraldı ve işletmeye açtı. Bir yıl sonra, Kordon-Blö adıyla işleyen bir gece klübünü kendi namına işletmeye başladı. Bir ertesi yıl, halihazırda Ünver Oteli’nin zeminindeki Oriental’i açtı. Kervansaray’ın yanında, tekrar Balalayka adında bir gece klübü açtı. Playboy diye bir başka klüp açtı. Klüb 33 diye bir başka klüb açtı. Modül diye bir klüb açtı. Tahmin ediyorum, sekiz dokuzu buldu. İstanbul’daki bütün belli başlı eğlence yerlerini kendi işletmesine aldı. Hatta bir süre sonra Avrupa’ya da işlerini sıçrattı. Viyana’da yine Kervansaray adı altında nefis, çok büyük ilgi ve rağbet gören bir restaurant kurdu. Aynı restaurant’ın benzerlerini İsviçre ve Almanya’da da açtı ve o günden bugüne, ilan ve reklamla ilgili işlerinde devamlı bizimle çalışmak vefasını gösterdi. Hiçbir kimseyi bize bir alternatif olarak ileri sürmedi.. Umarım, o ilk acı günlerin dayanışması, bugün devam eden beraberliğin doğmasına sebep oldu.