İş ilişkisinden dostluğa…

,

img007Yaşamı boyunca dostlarına, dostluğa değer veren Süheyl Gürbaşkan, iş vesilesiyle yeni dostlar da kazandı. Bir taraftan da dostlarından kendisine iş vermesini hiç beklemedi: “Dostluğunu elde ettiğim o her hangi bir kimsenin bilahare reklamlarını alabilir miyim acaba düşüncesinden, kesinlikle uzak tutmuşumdur.” İşle başlayan ve dostluğa dönen ilişkilerine ise daima kıymet verdi. Bunlardan biri de Pepo Mayorkas ile başlayan dostluğudur. Rubikon’da Vural Sözer’in “İşle başlayan dostluğa örnek olabilecek bir olay, bir anı var mı?” sorusuna yanıtı da Bay Mayorkas olur:

“Hem de pek çok. Anlatmakla bitmez. Bunlardan biri, reklamlarını bize emanet etmekle, ajansımızın gelişmesinde büyük katkısı bulunan Job Tıraş Bıçakları firmasıyla ilgilidir. Sanırım, çalışmalarımızın üçüncü, yahut dördüncü yılına girmiştik. Bir gün bir telefon aldık. Yeşildirek taraflarında bir adresten bizi aradıklarını, reklam konusunda görüşmek istediklerini söylediler.

Ziyarete ben gittim. Pepo Mayorkas adında, gerçekten çok saygıdeğer bir kişiyle karşılaştım.

Çeşitli markalarda tıraş bıçaklarını imal ediyordu. Bunlardan Poker Play adında olanı, patentini yenilemek istemediğinden, tamamıyla kendisine ait bir markayı piyasaya çıkartmak üzere olduklarını ve bu yeni ürünün tanıtılmasını istediklerini söyledi. O güne kadar genellikle, tıraş bıçakları üç delikli olduğu halde, kendisi yeni tesislerinde, ortası yarık bir model çıkaracağını ve bunun Job adıyla pazarlanacağını anlattı.

Bana bir hayli numuneler verdi. Hatta arkadaşların da kullanması için ertesi gün büromuza kucak dolusu paket yolladı.

Reklamlarını yapmaya başladık. Fakat ilk yaptığımız sinema reklamı kampanyasında ilginç bir kabahat işledik. Filmleri o zamanlar birlikte olduğumuz sanatçı arkadaşımız Altan Erbulak çizecekti. Hiç unutmam ilk çalışmamız, yarım dakikalık siyah-beyaz bir filmdi. O tarihlerde kolektif reklamlar yayınladığımız yetmiş-seksen sinemanın tamamında yer alacak, zaman zaman bu tür filmler yenilenecekti.

Altan, güzel bir senaryo düşündü. Çölde, susuzluktan bîtap, âdeta sürünerek ilerleyen, saçı sakalı karışmış bir kimsenin, rastladığı kuyudan su içeceği yerde, oturup Job tıraş bıçağıyla tıraş olmasını anlatan güzel bir senaryoydu.

Biz, çok beğenileceğini umuyorduk. Ertesi gün felaket bir telefonla karşılaştık. “Rezil ettiniz, mahvettiniz beni.. Bu ne ilgisizlik, bu ne saygısızlık.. Derhal gelin.. Bu reklamları durdurun..”

img016Apar topar gittim. Olay şu: Büromuza numune olarak gönderdiği tıraş bıçaklarını arkadaşlar yağma etmiş. Altan, filmin çekimi sırasında Job bulamayınca, çocuklardan birini göndermiş, bir tıraş bıçağı aldırtmış. Oysa bakkaldan alınan yine o eski, ortası üç delikli Job tıraş bıçaklarındanmış. Altan da oturmuş bir güzel onu çizmiş. Firma, bilhassa o imajı kaldırmak, yeni tipte bir tıraş bıçağı imal ettiğini belirtmek, vurgulamak istiyordu reklamlarında.

Özür diledik. Hiç merak etmeyin dedik. Ertesi güne kadar bütün bu filmleri yayından kaldıracağımızı, istenen şekliyle yeni film yapacağımızı, ilk günkü yayınlar için de bir ücret talebinde bulunmayacağımızı söyledik. Nitekim de yaptık. Geçişti, sinirler yatıştı.

Job’la çalışmalarımız yıllarca sürdü. Kendilerine güzel bir slogan bulunmuştu. Bu slogan radyolarda uygulandı. Bir süre sonra siyah-beyaz filmlere ilaveten, biliyorsun, senaryolarını senin yazdığın ve Nihat Bali arkadaşımızın çizdiği renkli dessin-animé filmlerle çalışmalarımız o derece başarılı oldu, ve ilişkilerimiz o derece güçlendi ki, ailece görüşülen, karşılıklı ziyaretlerde bulunulan bir dostluğa dönüştü. Bu dostluğun perçinlenmesinde, Bay Pepo Mayorkas ile birlikte çalışan ve fabrikanın müdürlüğünü yapan kardeşi Maryo Mayorkas’ın da büyük yardımı oldu. Sonraları, Pepo Mayorkas’ın rahatsızlığı nedeniyle bütün sorumluluğu o yüklendi.

Bu dostluğu iyice kanıtlayacak şöyle bir olay da geçti: O tarihe kadar, 1964 yılıydı zannedersem, kullandığım eski bir otomobilim vardı. Bir Opel. Pek hurdalaştığı için, bir dışarı seyahatimde, gayet güzel, modern, o yılın en yeni modeli bir (Oldsmobille F 88) alıp getirmiştim. Roket motorlu falan. Bana bir hayli de pahalıya malolmuştu. Bunu getirdiğimin üçüncü veya dördüncü gününde, bir gün Ankara’dan dönüşümde, firmamızda garip bir havayla karşılaştım. Muhasebe müdürü olan arkadaştan, hafta sonuydu, bir yere ufak bir ödemede bulunmasını istediğimde, kendisini endişeli gördüm. Cevapsız bıraktı benim isteğimi. Tekrarladım bu kez. Garip halin nedenini sordum. Neredeyse gözleri yaşaracaktı. Dudakları titreyerek, olayı açıkladı.

Benim Ankara’da bulunduğum günler, bizim tarzımızda reklamlar yapmaya çalışan birtakım kişilerin, firmamıza, bazı isnatlar ve ihbarlarla maliye müfettişlerini getirttiklerini, onların da bizim her şeyimize el koyduklarını, bankalarda hesaplarımızı bloke ettiklerini, senetleri sepetleri ne var ne yok bütün eşyamızı haczettiklerini söyledi.

Acı durumdu. Kritik bir durumdu. Hemen ertesi hafta başı, işi çevirmek, vergileri yatırmak için bir hayli meblağa ihtiyacımız vardı. Şunu sorduğumda o da haczolundu, bunu sorduğumda o da haczolundu, bankalarda kredi veya tahsil hesaplarımızdaki senetlerimizi sorduğumda onlar da bloke olundu denince; “Pekiyi benim araba!.” dedim. Bir hafta kadar olmuştu gümrükten çekileli, plakası alınalı. “Haa.” dediler, “henüz trafiğe bildirilmediği için ona müdahale eden olmadı..”

img018Şöyle bir olay geçmişti: Arabayı gümrükten çektiğimin ikinci günü, Pepo Mayorkas’ı, yaptığımız bir reklam filmini seyrettirmek üzere, o zamanlar çalıştığımız Mecidiyeköy’deki Acar Film Stüdyosu’na ben o arabayla götürüp getirmiştim. O da çok beğenmişti arabayı. “Aman ne güzel. Bunun bir eşini de ben bulabi sem. Eski model bir Jaguar’ım var.” demişti. Yarı şaka “Satarsan ben alırım.” diye de bir söz etmişti. Kaç paraya aldığımı da sormuştu.

“Hemen bana Bay Mayorkas’ı bağlayın…” dedim. Açtım kendisine telefonu. “Bay Mayorkas…” dedim, “dört beş gün önce benim arabamı pek beğenmiştiniz. Hatta satarsan alırım demiştiniz. Satıyorum, satacağım. İsterseniz size vereyim…” dedim. “Pekiyi, alırım…” dedi. “Bana bu kadara maloldu ama, şu fiyata dahi verebilirim…” dedim. “Pekiyi…” dedi yeniden. “Yalnız bir ricam var, mutlaka ve mutlaka bana pazartesi sabahı saat dokuzda, satış işlemlerinin yapılmasını beklemeden parayı gönderin, yahut ben sizden aldırtayım…” dedim. Ona da “Pekiyi…” dedi.

Pazartesi günü, o bir haftalık yeni arabanın kendisine devri muamelelerini tamamladım ve parayı alıp arkadaşlara, kasaya verdim. Hacizlerin kalkmasına, bankalardaki hesapların açılmasına kadar sıfırdan başlamışçasına bu parayla işimizi çevirdik.

Merak etmiş, böyle aniden arabamı satmama bir anlam verememiş. Birkaç gün sonra beni çağırdığında, zorlayarak, yemin ettirircesine rica edince, çok gizli tuttuğum olayı anlattım. Çok üzüldü. “Neden bana açıkça söylemedin? Ben, araba satılmadan da gerekli yardımda bulunurdum…” dedi.

Aslında ben biraz gereksiz, biraz telaşlı karar vermiştim. Acele etmiştim. Fakat onun bu yakın ilgisine karşılık, “Bu tür lüks bir arabayı alıp kullanmam henüz erken. İleride yine
alırım…” falan dedim.

Akşam üzeri muhasebeye telefon ederek bir tahsildar çağrıldı. Bize, hiç unutmam, iki yüz bin liralık bir avans tediyede bulunuldu. Hizmetimiz daha yapılmamış ve tahakkuk etmemişken…

Bu, ancak bir dostun yapacağı davranıştı. Bu dostluğumuz, onun vefatına kadar uzun süre devam etti. Vefatı, benim için gerçekten çok büyük bir dostun kaybı oldu. Son yılını, İsviçre’de Lausanne şehrinde istirahatla geçiriyordu. Kanser hastalığının amansız bir türünden muzdaripti. Kaldığı, tedavi olduğu yerde bir iki kez kendisini ziyaret ettiğimde, özellikle çok mütehassis olmuştu. Gerçekten anısı, bizde boşluğu doldurulmaz bir dost olarak kalmıştır. Ölümünden sonra müessese şu veya bu nedenle, yürümedi dağıldı, satıldı.”