Öğrencilik sonrası Paris’e ilk gidiş

,

Öğrencilik yıllarımdan sonra Paris’e ilk gidişim 1963 yılına rastlar. Demek aradan yedi yıl geçmiş oluyor. Orada çektiğim cefa, eziyet ve yoksullukların acısını çıkartmak, bir çeşit o yıllardan hıncımı almak hırsındaydım. Bu hırsımı tatmin edecek olanağa sahiptim artık. Üç beş kazanmıştım. İşleyen bir işim, cebimde param vardı.

Önce İsviçre’ye uğramıştım. Ödül sayesinde aldığım o ünlü Opel, şirketin bütün işlerini görmekten hurdaya dönmüş, tanınmaz hale gelmişti. Anvers’te, General Motors şirketinden yeni, son model bir Oldsmobile aldım. Başlarda galiba söz ettim bu arabadan. Yurda döner dönmez rahmetli Pepo Mayorkas’a sattığım araba buydu.

Paris’e geldim ve arabayı George V Oteli’nin önüne çektim. Daha önce telefonla yerimi ayırtmıştım. Oldsmobile o tarihte Paris için de yeniydi ve olaydı. İçi mavi, dışı siyah, pırıl pırıl 1964 model bir araba.

Odama yerleştikten bir süre sonra, otel idaresine, bir şoför tutmak istediğimi söyledim. Vakit hayli ilerlemişti. Gece yarısına yaklaşıyordu saat. Buna rağmen, kasketli formalı bir şoför buldular.

Bunu, Paris’i bilmediğimden, ya da direksiyon acemiliğimden değil, belki bir nebze arabayı kollamak için olabilir, ama aslında yine Paris’teyim, fakat aç değilim, arabam hatta şoförüm var diyebilmenin mutluluğunu kendime tattırmak için yapıyorum.

Belli bir çağdan sonra, kimse kimseyi başarısından dolayı ödüllendirmiyor, kutlamıyor bile. O iş de insanın yine kendisine düşüyor.

Şoför direksiyona geçti, ben arkaya kuruldum. 0 saatlerde Paris’te nereye gidilmez ki! Şoför, “Çek falanca casino’ya…” dememi beklerken, kendisine kağıt parçasına yazılmış bir adres uzattım. Hayretle yüzüme baktı. Haklıydı. Paris’in en berbat, yoksul semtlerinden birine, Colonel Fabien’e gidecek ve Stéphane Farkas’ın yeni adresini arayacaktık. Sokağın adı da Colonel Fabien’di. Uzun bir sokak. Bir köşesinde şimdi Fransız Komünist Partisi’nin yeni, ultra modern binası var.

Araya sora, sokağın ta diplerinde, bir aralığın içinde, bekâr odalarından oluşan köhne bir binaya vardık. Ortalıkta çıt yok… Herkes yatmış uyumuş… Kapılardaki isimleri okuyarak beşinci katta, Stéphane’ın odasını buldum. Vurdum kapıyı birkaç kez… Sonunda içerden Stéphane’ın sesi geldi:

“Kim o?…”
“Benim… Süheyl… Aç kapıyı.”
Öylece, don paça dışarıya uğradı. Sarıldık, kucaklaştık. Sevinçten ağlamaya başladı. Sürprizim karşısında ne yapacağını şaşırmıştı. Beni nereye oturtsun, nasıl ağırlasın bilemiyordu. Yalnız, ufacık odasında bir o yana, bir bu yana koşturuyor:

“Vay anasını… Bak şu işe…” deyip duruyordu.
“Bırak oraya buraya saldırmayı da giyin çabuk, gidiyoruz…” dedim.
“Nereye gidiyoruz?”
“George V’e…”
“George V’e mi? Delirdin mi sen?”
“Uzun etme, giyinmene bak…”
“Yahu nasıl kalırız orada biz?.. Saray orası be!..”
“Kalacağız…” dedim; “Dairemiz ayrıldı. Kapıda arabamız, cebimizde paramız var. Yürü bakalım…”

Tam yirmi gün George V’de beraber olduk. Dostluğun, arkadaşlığın tadı Paris’te nasıl çıkartılırsa, öylesine çıkarttık.