Fransız Milli Eğitim Bakanlığı’ndan ödül

,

İşte bu duygusallık ve sevinçler içinde dönüş hazırlıklarımı yaptığım günlerde, kalmakta olduğum pansiyona bir mektup geldi. Fransız Millî Eğitim Bakanlığından gönderilmişti.

Fransız hükümetinin uygulamakta olduğu bir karar gereği, Fransa’da doktora öğrenimi gören yabancı öğrenciler arasında en başarılı olana belirli bir ödül verilirmiş.

O yıl bu başarı ödülünün bana verilmesini kararlaştırmışlar. Beş bin frank. Bugünkü rayiçle yirmi bin lira. O güne göre büyük para. Hele benim gibi, ayda beş yüz frankla Paris’te yaşamaya çalışan bir öğrenci için büyükten de öte. Tepeden inme, şaşırtıcı bir olay.

Tabii hemen eve bir telgraf daha: “Ödül kazandım. Dönüşümü bir süre erteliyorum”… falan. Yirmi dört yaşındasın.. Paris’tesin.. Beş bin frankın var.. Şimdi bu parayla ne yaparsın?

Kalktım Bayan Yvonne Bremond d’Arts’a gittim: “Öğrenim bitti. Yurda dönüyorum. Sizinle vedalaşmaya geldim..” dedim. “Ayrıca, yanınızda çalıştığım süre içinde Louis XV, Régence, Louis Philippe, Empire, Directoire gibi, ünlü mobilya stillerini yakından tanımak olanağını buldum. Gereğinde evimde, hukuk öğrenimi yaptığım için gereğinde de yazıhanemde kullanabileceğim bir Louis XV yazı masasıyla sandalyesini, hatta koltuğunu almak istiyorum. Epoque olursa daha sevinirim..” deyince, kadıncağız şaşırdı. İlk lafı hayretle sormak oldu: “Parayı nereden buldun?”

Haklıydı. Yanında iki yüz elli frank aylıkla çalışan biri geliyor, binlerce franklık eşya almak istiyordu.

Fransız hükümeti tarafından o yılın en başarılı öğrencisi seçildiğimi, bu nedenle ödüllendirildiğimi söyleyince çok duygulandı.

“Senden sonra alınmış eşya arasında, koltuğu dahil, üstelik Jacop imzalı bir yazıhane takımı var. Depoya git, gör. Beğeneceğini umuyorum. Fiyatı önemli değil. Ne kadar ödeyebileceksen öde, senin olsun..” dedi.

Fransızlar, mobilya ustalarına ébeniste diyorlar. Bu marangozluktan ayrı bir sanat kolu. Ünlü ustalar, tıpkı ressamlar gibi yapıtlarına imza atarlar. Jacop, Louis XV döneminin en ünlü ustalarından.

Heyecanla depoya gittim. Bayan Yvonne Bremond d’Arts’ın sözünü ettiği takımı inceledim. Nefis bir şey. Değerini bilmeseniz, o haliyle buradaki her hangi bir bitpazarında görseniz, iki yüz lira vermezsiniz. Bronzları, kabaraları dökülmüş, çuhası yırtık pırtık, vernikleri solmuş, eskimiş. Fakat “ben, époque’um” diye bağırıyor.

Ailevî bir bağlılıktan mıdır, öyle yetiştirilmiş olmamdan mıdır nedir, anneme yine bir mektup döşendim. “Elime geçen parayla orta boy, hatta küçük sayılır, şu nitelikte bir yazı masasıyla koltuk alıp getireceğim. Ne dersiniz?”

Hiç unutmam, bu kez özel ulak bir cevap aldım. Yarı şaka, yarı ciddî şöyle diyordu:

“Sakın ha evladım. Analık hakkımı helal etmem, böyle bir şey yaparsan. Biz bir subay ailesiyiz. Kendi halindeki eşyamız arasında epok’un, antikanın ne işi var? Konu komşu güler bize. Hele avukat yazıhanesine yaraşır mı bilmem?”

Bayan Yvonne Bremond d’Arts’a giderek, annemden aldığım mektup nedeniyle yazı masasından caydığımı söyledim ve vedalaştım. O yıllardan sonra Paris’e her gidişimde kendisine uğrar, ziyaret ederdim. Ne yazık ki, bundan iki yıl önce öldü.
Doktorada kazandığı üstün başarı sayesinde kazandığı 5000 Frank’ın bir nevi sebep olduğu bu hikaye üzerine Vural Sözer’in sorusu “Antika eşya almaktan vazgeçtin ama, bu parayı ne yaptın sonra?” olunca Gürbaşkan bu kez de otomobil almaya karar verdiğini anlatır:

Bu kez bir otomobil almaya karar verdim. Verdim ancak, ne otomobil kullanmayı biliyorum, ne de ehliyetim var. Orada, “auto-école” dedikleri okullarda çok kısa sürede direksiyon öğretiyorlar. Sınavlar da kolay. On-on beş gün içinde hem araba kullanmayı öğrendim, hem ehliyetimi aldım. Başladık arkadaşlarla araba aramaya.

1957 yılının sonlarındaydık. Bir dergide Opel Record’un 1957 yılı modelini piyasaya çıkartmak üzere olduğunu okuduk. Stéphane Farkas adında Macar asıllı bir arkadaşım vardı. İnsanlar, kuşkusuz yaşamları boyunca pek çok dostluklar ve arkadaşlıklar kuruyorlar. Bu ilişkilerin başlangıçları da çeşitli olabiliyor. Okul, askerlik, işyeri beraberliği, hatta geziler gibi. Stéphane Farkas o günler benim tek gerçek dostum, arkadaşımdı. Bugün de öyledir.

Paris bitpazarında, yenisinden eskisine her şey satılır. Stéphane’ın da orada küçük bir tezgâhı vardı. Ne bulursa alır satar, geçinmeye çalışırdı. Devrimde Macaristan’dan kaçmış, vatansız, ülkesine dönme olanağı olmayan bir gençti.

Tanışmamız hayli ilginçtir. Paris’te iki grup öğrenci vardı. Birinci grubu, resmî dövizi, bursu, öğrenci müfettişliğine kayıtlı, denetim ve gözetim altında olanlar oluştururdu. İkinci grup da, ki bunlar iki yüz kadardı ve ben de onlar arasındaydım, kendi başına öğrenimlerini sürdürmek savaşında olan burssuz, ödeneksiz, turist pasaportuyla gelmiş öğrencilerdik. Bizlerin, öbür öğrenciler gibi, üniversite lokantalarında ucuz yemek yeme olanağımız yoktu. Diyelim normal bir yemek beş franksa, ödenekli öğrenciler bundan beşte bir daha ucuza, yani bir franka yararlanabilirlerdi. Fakat çoğu varlıklı, paralı ailelerin çocukları oldukları için ucuz yemek fişlerini kullanmazlar, dışarıda yemeği tercih ederlerdi. Biz onları tanır, yemek fişlerinden yararlanırdık. Yalnız, yemeği yemek, fişleri sağlamak kadar kolay olmazdı. Çünkü üniversite lokantalarında sık sık ve habersiz hüviyet kontrolları yapılırdı.

Böyle bir kontrolda yakalandık ve başkasına ait indirim fişleriyle yemek yediğimiz anlaşıldı. Benim bir nebze su götürür tarafım vardı; öğrenciydim zira. Stéphane Farkas iyiden iyiye suçluydu. Öğrencilikle ilgisi yoktu. Stéphane’la o gün tanışmış olduk. Bir buçuk yıl, bütün günlerimiz gecelerimiz acı ve tatlı yanlarıyla birlikte geçti.

Opel Record’un acentesine gittim. 1957 model arabanın fiyatı altı bin franktı. Benimse beş bin frankım vardı. Durumumu anlattım. İndirim sağlamak için çareler ararken, resmî bir görev belgesi getirirsem, kordiplomatik plaka alabileceğimi ve indirimden de yararlanabileceğimi söylediler.

Basın ataşesi Nail Mutlugil’in bu konuda büyük yararı oldu. Çünkü zaman zaman basın ataşeliğinde çeviri işlerini yapardım. Kendisine durumu anlatınca, bana Türk ataşeliğinde geçici de olsa görev aldığımı belirten bir belge verdi. O belge sayesinde, sekiz yüz franklık bir indirim sağlandı. Fakat aradaki farkı gene kapatamıyordum. İki yüz frank daha gerekliydi.

Stéphane’ın bitpazarındaki tezgâhında bir iki kârlı alışveriş düzenleyerek o farkı da kapattım; ve kaparoyu vererek 1957 Opel Record sırasına girdim.

Yalnız, arabayı alabilmem için belirli bir süre beklemem gerektiğini söylediler. Çünkü yeni model arabaları 15 Ekimden önce satışa çıkarmıyorlardı. Arabalar ilkin galeride sergilenecek, satışları sonra yapılacaktı. Ben arabayı sergiden çok önce, 19 Eylülde almak istediğimi söyleyince sebebini sordular.

Öğrenciliğimi çok zor koşullar altında, fakat başarıyla tamamladığımı, ülkeme bir an önce dönmeyi arzuladığımı, 19 Eylül doğum günüm olduğundan o gün kendime bu arabayı hediye etmek istediğimi söyledim.

Avrupalılar doğum, evlenme, ölüm ne olursa, yıldönümlerine büyük önem verirler. Benim durumuma ayrıca ilgi gösterdiler. İsteğimi saygıyla karşıladılar. “Siz..” dediler, “bugüne kadar salonda sergilenmeden araba alabilen ilk kişi olacaksınız. Pekiyi, size arabanızı vereceğiz. Yalnız bir ricamız olacak, buralarda fazla oyalanmadan, mümkün mertebe kısa zamanda yolu tutun, yurdunuza dönün…”

19 Eylül sabahı Stéphane Farkas ve iyi araba kullanan bir arkadaşla birlikte üçümüz gittik; siyah, pırıl pırıl, çift kapılı son model Opel Record’u aldık.

Aldık ama, deposunu benzinle dolduracak paramız yok. Şehirde bir iki tur attıktan sonra benzin bitti, arabayı otelin önüne park ettik. İki üç gün, yeniden benzin parası bulana dek araba otelin önünde durdu. Sabah akşam, acaba yerinde mi diye pencereden arabayı kolluyorduk.

2 Ekim günü arabayı Marsilya’dan vapura yükledim. Stéphane’la vedalaşırken elime bir paket tutuşturdu. “Kusura bakma..” dedi, “hem sana, hem arabana armağan olarak bunu alabildim.. Gerisini sen tamamla..”

Paketi açtım. Bu, çekilince üç dört misli uzayan, bildiğimiz radyo anteniydi ve tabiatıyla arabanın henüz radyosu yoktu.

Stéphane Farkas böylesine unutulmaz bir dosttur.

Türkiye’ye dönünce bu kez de arabayı gümrükten bir süre çekemedim. Arabayı alışıma dair belgeler nedeniyle, ithalatı gayet kolay oldu. Bedelsiz ithal izni tanındı. Yalnız birtakım işlemler için üç bin liraya yakın bir paraya ihtiyaç vardı. Bu parayı denkleştirmem bir aya yakın sürdü. Gümrük ilgililerinden, rıhtım caddesinden geçerken rahatça görebilmem için, arabayı parmaklıklara yakın bir yere koymalarını rica ettim. Hemen her akşam gider, acaba başına bir şey geldi mi diye parmaklıklar arasından bakardım.

Bir parantez açarak şunu söyleyeyim, bu tuhaf tutumum devamlı olmuştur. Çok küçük yaştan beri hep çalışarak kazandığım için, genellikle, kimseden bir şey isteyemedim. Oysa, gerek ailem, gerek birtakım yakınlarım, kuşkusuz gümrük için gerekli parayı bana sağlayabilirlerdi. Benim özelliğim. İsteyemedim. Bu sorunu dahi kendim çözeyim diye bekledim. Hemen burada birtakım işlere girdikten sonra kazandığım üç beş kuruşla arabayı gümrükten çekebildim.